Beni hüngür hüngür ağlatan bir film hakkında yazmak istedim. Gerçekten çok duygusal olduğuna eminim ama benim de böyle bir anıma denk geldiği için çok etkilendim.
Çok ince bir şekilde işlenmiş kavramları görüyoruz filmde. Yaşlılık, yalnızlık, yersizlik, göç, yolda olmak, ekonomik sorunlar, geçmişin öylece geride bırakılması ve burukluğu.
Hepsi tek bir kişinin yaşam hikayesi üzerinden bizlere aktarılıyor. Tabii yan karakterlerin hikayede ki rolünü de yadsıyamayız. İç içe geçmiş ve birbirini bu olguların ışığında gözler önüne seren, salt bir gerçekliğin öyküsü diyebiliriz.
Nomadland Filminin Konusu
2020 yapımı Amerikan filmi, konusu başkarakteri Fern olan, kocasını kaybettikten sonra ve ekonomik nedenlerle yaşadığı yerden ayrılarak ABD'yi karavanla dolaşan 60 yaşlarında bir kadının hikayesini anlatıyor.
Daha önce Nevada'nın kırsalında yaşıyorken daha sonra yaşanan ekonomik çöküş nedeniyle bütün varlığını kaybedecek noktaya gelir. Nihayetinde bu hayata ait her şeyi geride bırakarak yollara düşer. Ve yaşına rağmen çeşitli işlerde çalışarak hayatını devam ettirmeye çalışır.
Aitlik Olgusu
Filmde önemli bir olgu var, o da aitlik. Hatta o kadar acımasız bir biçimde hissettiriliyor ki seyircinin duygu dünyasına derin bir şekilde nüfuz edebiliyor.
Benim için aitlik çok farklı anlamlara geliyor. Mesela yerini yurdunu bulmak ve kendini güvende hissetmek. Ama filmin başkarakteri Fern de bu durum tam tersi. Sürekli yolda. Evet, yolda olmayı çok seviyorum bir karavan hayalim olduğu da gerçek. Ama Fern gerçekten hiçbir yere ait değil. Dönecek bir yeri yok.
Filmi izlerken beni bu aitlik olgusu çok duygulandırdı. Yaşam bizlere tam anlamıyla aitlik bahşetmese de güvende olma hissine hepimiz muhtacız, bir insan olarak. Belki de bu yüzden benim güvende olmak isteyen yanıma oldukça işleyebildi.
Ayrıca burada bir göç olgusu da bizi karşılıyor. Hem de sessiz göç. Tüm yollar bir gün biter sanıyoruz.
Fern'in yolu da bir gün bitecek ama bu onun için hayatın bitişiyle eş değer. Eve dönmeyecek hiçbir zaman. Çünkü yola da bu yüzden çıktı. Fakat bana gelince eve dönmek en büyük arzumdur.
Hayatta aldığımız kararların çoğu mecburiyet. Bazen kötünün daha kötüye tercih edilmesi. Bu da kendi yaşamına ait olamamanın başka bir çeşidi işte.
Uzun Yollar ve Mevsimler
Filmde bariz bir şekilde görünen şey de buydu işte. Sürekli bitmeyen yol ve arka planda değişen mevsim. Fern'in öyküsü devamlı olarak bir empati geliştirmemizi sağlıyor. Bütün bunlar o kadar yorucu ki üstelik 60'lı yaşlarında bir kadın için.
Küçük bir karavanın içinde günler geçiyor ve Fern'in çalıştığı işlerin çoğu sadece o günü kurtarmaya yetiyor. Burada sistemin ne kadar acımasız olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Emekli olma gibi bir seçeneği de yok, geçmişte kalan anılarına sahiplenmek gibi tercih de yapamıyor.
Sadece devam ediyor. Hava çok soğuk olsa bile bir karavanın içinde ve ıssızlığın ortasında hayatta kalmaya çalışıyor. Hava sıcak da olsa yine de çok iyi bir yaşam beklemiyor onu. Aynı şekilde karavan hayatı ve çalışmak zorunda olduğu bir işi var.
İçime İşleyen Sessiz Sahneler
Film de öyle anlar vardı ki gözyaşlarıma engel olamadım. Bunların çoğu sessizlikle ifade edilmeye çalışılıyordu. Ama ben kendi yaşamımda da sessizliğin kodlarını anlayabildiğim için burada bana pek yabancı gelmedi. Çünkü biliyorum gerçek acı sessiz ve gösterişsizdir. Hatta bir noktadan sonra anlaşılmayı dahi beklemez. İşte Fern'in hikayesi de bunu apaçık bir şekilde bize gösteriyordu.
Bu sahnelerde karşımızda yalnızlığı çok berrak bir şekilde görüyoruz. Örneğin uçsuz bucaksız bir çöl, yıkık eski bir ev, yakın çekimde gördüğümüz Fern'in yorgun ve her şeyi anlatan yüzü.
Ama beni en çok duygulandıran, Fern'in geçmiş anı ve eşyalarına öylece baktığı ve onlardan vazgeçtiği sahneydi. Çok şey düşündürdü. Nelerden vazgeçiyoruz değil mi? Hem de sıkıca tutunduğumuz ve kendimizi onun dışında başka bir şeyle ifade edemediğimiz şeylerden. Mesela Fern'in gözü gibi baktığı tabağı. Onlara büyük anlamlar yüklüyoruz. Belki de çaresizliğin en saf hali budur.
Yersizlik ve Birey
Bir yere ait olmak zorunda mıyız? Kendimizi ait olduklarımız aracılığı ile tanımlıyor ve sınırlıyorsak evet. Ama sadece bunu düşünüp geçemeyiz. İnsan ruhu bundan çok daha fazlası. Burada sadece fiziksel bir ait oluş yok. Ruhlarımızın da bağlı olduğu anlamlar var. Ve bunları ellerimizden öylece çekip alınması bizi boşluğa fırlatmaya yetiyor.
Fern de bir boşluk hali içerisinde. Ama doldurulmasının artık imkansız olduğunu biliyor. Burada hayatın acımasızlığı beni çok yaraladı. Nasıl oluyor da bir gün bütün anlamlar bir boşluğa dönüşüyor. O anlamlara emek vermedik mi? O anlamlar sevgi ve zamanımızdan oluşmadı mı? Sadece bir hatıra olarak kalması çok hırpalayıcı. Dahası sanki bir anı bile olmuyor bazen belli belirsiz gördüğümüz bir düş gibi.
Bir Film Değil, Bir Gerçeğin Yansıması
Bir kurgu mu izledim ben diye kendime sordum filmin sonunda. Sanki bir biyografi belgesel tadındaydı. O kadar ki gerçekti benim için. Çünkü biliyorum, çok fazla hikaye var buna benzer. Sanırım duygulanmamın ana nedeni de bu.
Nomadland benim için kendi içime ve zamanın, sistemin acımasızlığına doğru yaptığım bir yolculuktu. İyi ki izlemişim diyorum. Tavsiye ediyor muyum? Herkese değil. Her yaş grubuna değil. Elbette izleyebilirsiniz ama anlamak belli bir yaşanmışlık gerektirecek.
İzleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler diliyorum.